Aramak istediğiniz kelimeyi yazınız..
Ara ..

Kategori: Bilgi Bankası

3 Kasım 2016

Anti-Aging ekonomik problemlerini halletmiş, buna rağmen kaçınılmaz sonuca hızla giden insanların gençlik fonksiyonlarına sahip olmak istemesiyle başlamış, daha uzun ve daha sağlıklı bir yaşam sürmek istemeleri ile devam etmiştir. O nedenle tanımlar da bu isteklere paralel olarak geliştirilmiştir.

Anti-Aging kelime anlamı olarak “yaşlılığa karşı” demektir. Anti-Aging yaşlanmayı mümkün olduğu kadar yavaşlatmak ve vücudun bir bütün olarak orantılı ve sağlıklı yaşlanmasını sağlamak amacıyla uygulanır.

Bazı kişiler yaşlanmayı durdurmak derler. İçinde yaşlanmayı durdurmak vardır ama anti aging bu değildir. Kimi yaşlanmanın durdurulacağına inanmaz ve sağlıklı yaşlanma der. Bu da doğrudur ama Anti-Aging bu da değildir.

Kimi de önleyici tıp der. Anti-Aging in içinde bu da vardır ama bu da değildir. Kimi tamamlayıcı tıbbı esas alır. Anti-Aging içinde tamamlayıcı tıp da vardır ama ne yazık ki o da değildir.

Peki nedir? Vitamin kullanmak? Detoks yapmak ? Antioksidan kullanmak ? Şelazyon tedavisi? Fitoterapi? Aromaterapi? Hormon kullanmak? Metabolizmayı düzenlemek? Kilolardan kurtulmak? Ozonterapi? Diyet programları uygulamak? Cildi güzelleştirmek? Vücudu şekillendirmek?

Anti-Aging in içinde bunların hepsi vardır ama hiç biri tek başına Anti-Aging i karşılamaz. Gerçek anti-aging fiziki, ruhsal, zihin ve enerji bedenlerinin birbirleriyle uyumlu çalışması ile hangi yaşta olursa olsun kişilerin, hayatlarının ilk baharında olduğu gibi davranmasını, düşünmesini ve hissetmesini sağlamak için yapılan her tür girişimdir. Tabii dış görünüşü de buna paralel olarak genç olacak ve en önemlisi kanser, kalp hastalıkları vb hastalık risk faktörleri yok olacağı için pek çok hastalığın olmadığı ve olmayacağı bir dönem yaratılacaktır.

Eğer bu dört faktör birbiriyle en üst seviyede %100 uyumlu olursa artık kelimelerin ifadede yetersiz kalacağı bir durum yaratmış oluruz.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Sağlıklı nefes alma bilinçli nefes almadır. Hayat nefesle başlar, nefessizlikle biter. Yaşamımız ilk ve son nefesimiz arasındaki sürede gerçekleşir. Hiç bir şey nefes kadar gerekli ve şu anda değildir. Yemek yemeden birkaç hafta, su içmeden bir kaç gün yaşayabiliriz. Fakat pek çoğumuz nefessiz ancak bir kaç dakika dayanabiliriz.”

“Nefes almayı biliyor musun? ” sorusuna çoğumuz EVET diyebilir. Ama insanların %90’ı doğru nefes almayı bilmiyor. Nefesin değerini hepimiz biliyoruz. Ancak ne kadar önem veriyoruz? Gündelik hayatta nefesimize dikkat ettiğimizde, pek azımız yüzeysel ve sık sık nefes alıp verdiğimizi fark ederiz. Havayı daha içimize tam çekemeden çoğunu dışarı verir ve karbondioksiti ciğerlerimizin alt bölgelerinde hapsederiz. Alt bölgelerde biriken toksinler tekrar ciğerlere ve hücrelere gelir. Birbirini takip eden, az oksijenle ve daha çok karbondioksit ile solunum vücudu yavaş yavaş zehirlemeye başlar. Havanın içimizdeki çevrimi azaldıkça rahatsızlıklar başlar. Hastalıkların üçte ikisi oksijensiz ortamda oluşur. Oksijen ise hücrelere hayat ve sağlık taşır.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Herkes organik diyor ama aynı şeyden mi bahsediyoruz? Birçok ürünün üzerinde gerçekten organik prosüdürüne uymadığı halde “% 100 organiktir” ibaresi yer alıyor. Firmalar özellikle bitkisel ürünlerde kullandıkları bitkileri zaten doğadan topladıklarını ve doğadaki herşeyin de organik olduğunu belirtiyorlar. Oysa doğal başka şeydir, organik başka… Özetle her doğal olan organik değildir.

Kozmetik, deterjan, tekstil, gıda, bitki, mobilya, mimari malzemeler, hangi sektördeki organik ürünü kullanırsanız kullanın, bir ürünün organik olabilmesi için toprağından üretimindeki son aşamalarına kadar her adımının organik yönetmeliğine uygun hazırlanması gerekiyor.

Organiğin günlük yaşamımızdaki anlamı: Hammaddeleri sentetik gübreler, böcek ilaçları ve hormonlar kullanılmaksızın yetiştirilen, sentetik kimyasallar kullanılmaksızın prosesten geçirilen besin, tekstil, kozmetik vb. ürünler.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Bitki yağları ile tedavi yüzyıllar öncesinde eski Mısır tıbbının temelini oluşturuyordu. Şifalı bitkilerden sağlanan konsantre edilmiş bu esanslar “kokulu yağlar” adını alarak uykusuzluk, stres, depresyon, akne, yanık, leke, ağrı vb. bir çok sorunda bizlere kalıcı çözümler sunabilmektedirler.

Kokular cilt yoluyla emilirler. Böylece uçucu elemanlar kana işler ve merkez sinir kanallarıyla karşılaşırlar. Kullanılan temel yağlar serbest elektronlu organik moleküllerden oluşurlar. Bu elektronlar öbür moleküllerle yararlı bir şekilde harekete geçebilecek durumdadırlar.

Temel yağlar bitkilerin hayati elemanlarıdır. Bunlar köklerden, saplardan, yapraklardan, çiçeklerden, meyvalardan çıkarılır. Yağın miktarı değişir. Yağların bitkilerden çıkarıldıkları kısımlara göre değişik kokuları, bileşimleri vardır. Bitkinin yaşı da bu yağların gücünü etkiler. Hazırlanan karışımların kişinin durumu göz önünde tutularak hazırlanması önemlidir. Karışımın içinde değişik yoğunlukta yağ bulunur. Akıcılık oranlarına göre deriye sızarlar.

Bu sisteme göre kokulu yağlar görüldüğü yerde hücreye işler ve canlandırıcı görevi yaparak vücudun ritmini yeniden sağlar. Vücut ritminin hızlanması kişinin bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek genel bir direnç yaratmaktadır. Antiseptik özellikteki kokulu yağlar ile yapılan tedavilerde yara, yanık, akne, egzama vb. sorunlarda yaraların kısa sürede tamamen iyileştiği bilinmektedir. Bununla birlikte üst solunum yolları enfeksiyonların da soluma ve sürme yoluyla nefes alıp vermede rahatlık sağlanmaktadır.

Günümüzde ise bitkisel yağlar en çok rahatlatıcı, stres, uykusuzluk için ve ağrı giderici, dolaşımı hızlandırıcı masajlarda kişiye özel hazırlanmış karışımlarla kullanılmaktadır.

Özellikle kokunun ruhsal olarak kişiye sağladığı rahatlık sayesinde stresin, uykusuzluk sorununun büyük ölçüde düzene girdiği gözlemlenmektedir.

Kokulu yağların uygulandıkları ısı derecesi önemlidir. Çoğu zaman bunların cilt ısısında olmaları gerekir. İlk masajdan sonra yağların içeri işlemesi için sıcak, ıslak kompres yapılır.

Kokulu yağlar oldukça yoğun olduğu için mutlaka sulandırılmalıdır. Aksi halde vücutta alerjik bir etkiye neden olabilirler. Bu yağları masajda kullanabilmemiz için bademyağı, soyayağı, zeytinyağı gibi taşıyıcı yağlarla seyreltmeniz gerekir. Karışımları ve kokulu masaj yağlarını serin ve karanlık bir yerde hava geçirmeyen şişelerde muhafaza etmenizde yarar vardır.

İmal (üretme) metotları:
Eter yağına yağ denmesine rağmen diğer yağlara benzemez. Örneğin ayçiçeği yağı, zeytinyağı veya badem yağı gibi yağlar sabit yağlardır. Oysa eter yağı yüksek kaliteli uçucu yağlardır. Eter yağı suda çözülmez veya çok kötü karışırken, sabit yağlar ve alkolle çok güzel karışır.

Eter yağı aromalı bitkilerin genellikle belli bölgelerinde: yaprak, çiçek, kabuk, gövde, kok veya reçinesinde yoğunlaşırlar. Bazı bitkilerden ise aynı anda daha fazla ve farklı eter yağı elde edilebilir. Örneğin portakalın çiçek, yaprak ve meyve kabuğundan üç farklı eter yağı kazanılır.

Destilasyon:
Destilasyon çok yaygın olarak kullanılan bir metottur. İnce kıyılan aromalı bitki drogu içi damıtılmış suyla dolu olan destilasyon balonuna konur ve alttan ısıtılınca bitkinin birleşimindeki eter yağı çözülerek gaz haline gelir. Gaz haline gelen eter yağı etrafında soğuk su akıntısı olan bir borudan (kondensör) geçirilince tekrar sıvılaşır ve özel bir balonda (cam balon) toplanan eter yağı elde edilir. Su buharı ile damıtılmada aşırı sıcak ve yüksek basınç eter yağının kalitesini düşürür.

Yağda bekletme (Enfleurage):
Bu metod destilasyondan çok farklıdır. Burada çok narin olan çiçeklerinden eter yağı elde etmek için bu metod kullanılır. Cam üzerine yayılan tereyağı üzerine bir sıra çiçek dizilir ve onun üstüne tekrar tereyağı yayılır ve üzerine çiçek dizilir ve buna 5-6 kat oluncaya kadar devam edilir. Bitki çiçeğine göre bu 1-4 hafta bekletildikten sonra destilasyonu yapılır. Bu metotla elde edilen eter yağı en kaliteli olandır, fakat bu metot çok pahalı olduğundan pek kullanılmaz.

Solvenle (eriten, çözücü) eter yağı elde etme:
Solvenle eter yağı elde etme çok ucuz ve çok basit bir yöntemdir. Eter yağı içeren bitki drogları ince kıyıldıktan sonra içi solvenle dolu cam balona konur ve destilasyonu yapılır. Solvenler genellikle heksan veya petrol eter gibi zehirli kimyasal çözücüler olduğundan; bunların destilasyondan sonra eter yağından ayrılması yüzde yüz mümkün olmadığından dahili olarak kullanılmaları mahsurlu olabilir.

Soğuk baskı ile elde edilen eter yağı:
Bu metotla meyve kabuklarından soğuk baskı ile eter yağı elde edilir. Bunların başında portakal, greyfurt, limon ve turunç kabuklan gelir. Meyve kabuklarının ilaçlanmamış meyvelerden olması gerekir, aksi halde faydadan çok zarar verebilir. Günümüzde ilaçlanmamış turunç bulmak adeta imkansızdır, bu nedenle bu konu çok önemlidir.

Eter yağının kullanım alanları
Eter yağının kullanım alanları oldukça çoktur ve burada ancak bir kaçına değineceğiz. Bazı eter yağları çok yoğun olduğundan inceltilmeden kullanılması mahzurludur ve özellikle de bu konuya hamilelerde ve bebeklerde dikkat edilmelidir. Yetişkinlerin kullandıkları bazı eter yağları 6 yaşından küçükler için mahsurludur. Örneğin okaliptüs yağı içeren doğal ilaçlar. Aromalı doğal ilaçlarda genellikle 4-6 adet bitki eter yağının karışımından elde edilen iksirler kullanılır.

1. Aroma yağı: Kişi çok sevdiği eter yağından 8-10 damla aroma lambasının üstündeki suya ilave eder ve suyun altındaki mum yakılır. Suyun ısınması ile birlikte içindeki eter yağıda buharlaşır ve odaya yayılarak güzel bir koku verir. Limon ve gül yağından 8-10 damla yeterli gelirken, laden ve topalak yağı çok ağır olduğundan, ancak 1-2 damla yeterlidir.
2. Masaj yağı: Bazı eter yağlarının masaj yağı olarak kullanılmasının çok güzel etkileri olur. Eter yağlarından 1 ml alınır ve 49 ml ana yağ ile karıştırılarak masaj yağı elde edilir. Ana yağı zeytinyağı, badem yağı ve jojoba yağı olabilir.
3. Enhelasyon yağı: Genellikle nefes yolları rahatsızlıklarına etkili olan eter yağlan seçilir ve bunların özel karışımı ile iksirler elde edilir. Eter yağından 10 ml 90 ml %96’lik alkol le (etil alkol) karıştırılır ve buna 200 ml damıtılmış su ilave edilerek %32’lük inceltilmiş eter yağı elde edilir. Bu şekilde inceltilen eter yağı enhelasyonda veya dezodorizan (fena kokuları yok edici) olarak kullanılır.

Bu alanda oldukça çok natürel ilacı eczanelerden temin etmek mümkündür
Mesela: 10 ml nane yağı (Eter yağı) ve 5 ml okaliptüs yağı 85 ml alkolle (Etanol) karıştırıldıktan sonra elde edilen bu iksirin baş ağrısı ve migren rahatsızlığı olan hastaların şakaklarına günde 3-4 defa 2-3 damla sürülmesi ile hastaların rahatladığı tespit edilmiştir.

1. Deri bakımı için eter yağları:
Anti mikrobik: Kekik, adaçayı, mele, karanfil, lavanta, limon, terpentin, okaliptüs
İltihap önleyici: Papatya, lavanta, civanperçemi
Antimikozit (Mantarları yok edici ): Lavanta, mırra, mele, civanperçemi
Haşerelere karşı: B. Itır, karanfil, sedir, civanperçemi, okaliptüs
Yara iyileştirici: Lavanta, günlük, gül, neroli, papatya
Dezodorizan (kötü kokuyu yok edici): Selvi, ardıç, limon çayı, kekik, adaçayı

2. Sindirim rahatsızlıklarında eter yağının etkisi:
Krampları çözücü: Nane, kimyon, papatya, turunç., rezene
Şişkinliğe karşı: Turunç, nane, reyhan, rezene
Safra arttırıcı: Nane, lavanta, kimyon
Karaciğeri güçlendirici: Nane, lavanta, biberiye
İştah açıcı: Zencefil, anason, melekotu kökü, portakal

3. Kan dolaşımı, kas ve eklem rahatsızlıklarında eter yağının etkisi:
Tansiyon düşürücü: Limon, ylang-ylang, mercanköşkü, lavanta
Tansiyon yükseltici : Biberiye, kekik, okaliptüs, nane
Lenfleri çalıştırıcı : Huş, Greyfurt, rezene, limon

4. İdrar yolları, cinsel organlar ve hormon rahatsızlıklarına karşı eter yağının etkileri:
Krampları çözücü: Misk, adaçayı, lavanta, yasemin, papatya
Anti mikrobik: Mela, bergamiye, sandelodunu, papatya
Cinsel gücü arttırıcı: Kakule, neroli, yasemin, gül, ylang-ylang, misk adaçayı
Süt arttırıcı: Anason, rezene, yasemin, kimyon
Rahmi kuvvetlendirici: Mırra, gül, günlük, oğulotu, yasemin
Adet düzenleyici : Misk, adaçayı, rezene, nane, papatya

5. Nefes yolları rahatsızlıklarına karşı eter yağının etkileri:
Balgam söktürücü: Terpentin (gam yağı), kekik, mırra, rezene, cam, okaliptüs, sandelodunu
Anti mikrobik: Huş, greyfurt, limon, rezene

6. Sinir sistemini kuvvetlendirici eter yağları:
Teskin edici: Bergamiye, limon, oğulotu, papatya, lavanta
Uyarıcı: Neroli, nane, ylang-ylang, yasemin, reyhan
Sinirleri güçlendirici: Oğulotu, lavanta, biberiye, ardıç, papatya, misk adaçayı

7. Immün (bağışıklık) sistemini kuvvetlendirici eter yağlan:
Ateş düşürücü: Adaçayı, nane, limon, reyhan
Terletici: Biberiye, kekik, papatya

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Beslenme planında dikkat edilecek faktörler

* Kalori miktarı: Bir insanın sağlıklı yaşaması ve sağlığını koruması için önce alınacak kalori miktarını bilmek gerekir.

Bu miktar kadın ve erkeklerde boyuna göre olması gereken kilo başına göre sırasıyla 25 kal/kg ve 35 kal/kg dır.

Yani toplumumuzda ortalama 170 cm boyunda bir erkek için olması gereken kilo maksimum 65 kg hadi 70 kg diyelim. Alınacak kalori 2450 kaloridir. Tabii söylemeye gerek yok. Bunlar genç, aktif yaşayan ve çalışan kişiler.

Kadınlar için alınacak kalori miktarı ise, ortalama 160 cm boy için olması gereken 50 kilo hadi maksimum 60 kilo diyelim, 1500 kaloridir. Bundan sonra her kilo fazlalığı için kalori miktarında azaltma yapmak gerekir. 10 kilo fazlalığı varsa en az 250 kalori daha az alması ,yani 1250 kaloriden az alması gerekir.

Ama alınması gereken minimum kalori miktarının da alınması gerekir. Bu miktar kısa bir süre uygulanacaksa 800 kalori olarak benimsenmiştir. Bunun altında kalori alınması sağlıksızlıktır. Erkekler için 1200 kaloriden daha az almamak önerilir.

Amacımız kişinin vücut kitle indeksini (VKI) 18.5-24.9 kg/m2 arasında (ortalama 21-22) tutmaktır. VKI şöyle hesaplanır. Kilonuzu boyunuzun metre cinsinden karesine bölerseniz bu değeri bulursunuz. (Örnek : 70 kg/1.7mx1.7 m).

Kalori kısıtlarken dikkat edilmesi gereken öğeler

Vücudumuza enerji kazandıran her işlemde serbest radikaller oluşur. Serbest radikallerin neredeyse %80-90’ı yiyeceklerden gelir. Ama vücudumuz bunu belli limitler dahilinde temizleyebilir. Fakat kişinin günlük ihtiyaçlarını karşılayacak kalori gereksinimi vardır. O zaman ATP oluşmasına yetecek kadar ama serbest radikallerin fazla oluşmasını engelleyecek kadar az yemeliyiz.

* Vitamin ve mineral dengesi: Vitaminler ve mineraller bir çok hayvansal gıdalarda bulunur. Nişasta ve tahıl gibi yüksek karbonhidrat içeren gıdalarda daha az vitamin ve mineraller bulunur. Sebze gibi düşük yoğunluklu karbonhidrat içeren gıdalarda ise karbonhidratların birim kalorisi başına daha fazla vitamin ve mineral vardır. Meyveler ise bu iki kaynağın arasında vitamin ve minerallere sahiptir .

* Makronutrient (protein, yağ, karbonhidrat) miktarları: Burada unutulmaması gereken bir nokta alınan karbonhidrat ve proteinlerin 1 gramı 4 kalori, yağların 1 gramı 9 kalori ve alkolun 1 gramının 7 kalori verdiğidir. Tabii amaç burada boş kalori almak değil, kalori alırken mikronutrientlerin alımına dikkat etmektir.

Alınması gereken kalori miktarının alt ve üst sınırlarını belirledikten sonra bu kalorilerin makronutrientlere göre dağılımını hesaplamamız gerekir.

Her dekadda insanların kas kitlesinde 3 kilo kadar azalma olabilir. 65 yaşında kas kütlesinin %25-30 ‘u kaybolmuş olabilir.

Kas ve kemik kütlesini koruyacak protein alınmasına dikkat edilmeli. Bu kalori proteinden çok zengin olmayacağı gibi proteinden fakir de olmamalıdır. Kabaca 1 kg başına 1 gr protein alınması gerekir. Toplam kalorinin %10-15 i olmalı.

Günlük kalorinin %50-55 i karbonhidratlardan sağlanmalıdır. Fazlası sağlıksızlık kaynağı olur ve yaşlanma olayını hızlandırır. Karbonhidratlar esansiyel aminoasitlere ve esansiyel yağ asitlerine benzemezler. Vücut protein ve yağlardan glukoz yapabilir. Bununla birlikte beyin fonksiyonları ve yeteri kadar insülin üretimi için karbonhidrat alınmalı .

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

İnsan organizmasında toksinlerle kirlenme süreci yedi aşamadan geçerek meydana gelmekte ve bu esnada da binlerce rahatsızlık ortaya çıkmaktadır.

BİRİNCİ AŞAMA
Dış görünüş itibariyle sağlıklı olan insan genel bir yorgunluk hisseder. Bu yorgunluk sinir kanallarında toksin oluşmaya başladığını gösteren bir işarettir ve sonunda boyun omurlarında rahatsızlığa yol açar.

İKİNCİ AŞAMA
Genel yorgunluğun yanı sıra baş ağrısı, eklem ve kaslarda hissedilen ağrılar ortaya çıkmaya başlar. Bu aşamada herhangi bir ağrı hissedilmesi zorunlu değildir ve ağrı hissedilmeyebilir. Bunun yerine insanın çok fazla tatlı ve yağ tüketmeye başlaması görülür. Başka bir deyiş ile, kişi kendine uygun olmayan, fazla miktarda gıda tüketmeye başlar. Bu toksinlerin sizi etkilediğini gösteren bir alarm zilidir.

ÜÇÜNCÜ AŞAMA
Kişi değişik alerjik reaksiyonlar göstermeye başlar. Bu organizmanın doğal yollardan vücuttaki bu toksinleri dışarı atma çabasıdır. Alerjiye yol açan etkiler çok değişik olabilir: çiçek ve bitki polenleri, top, yün ve hayvansal elyaf, gıda, tıbbi ilaçlar vb. Esas sorumlu olan bu maddeler değildir. Esas sorumlu toksinlerdir.

Vücuttaki toksin oranı organizma tarafından kabul edilmeyecek orana yükseldiği zaman; insanda zamanla astıma dönüşen öksürük, solunum yollarında balgam ve sıvı oluşması ve deride değişiklikler yani, gözle görülen olumsuz sinyaller ortaya çıkar. Bunlar psoriasiz, ekzema ve şeker hastalığı olarak görülebilir. Bunların ortaya çıkması yanlış beslenmeye işaret etmektedir. Yani aşırı miktarda et, yumurta ve hamur ürününün tüketimini göstermektedir.

Üçüncü aşamanın çocuklarda görülen işaretlerinden biri uyurken gece idrarı tutamamadır. Bu durumda çocuğun beslenme alışkanlığının gözden geçirilmesine önem verilmelidir.

DÖRDÜNCÜ AŞAMA
Kirlenmenin sonucu olarak şu hastalıklar ortaya çıkar: kistler, fibromiyomlar, damar tıkanıklıkları, tümörler vb. Bunların yanı sıra vücutda yağ kirlenmeye başlar ve şişmanlığa yol açar.

İnsan vücudunda papillom oluşması, insanın kalın bağırsağının her hangi bir yerinde polip oluştuğuna işaret etmektedir. Mesela, ‘et kirpiği’ (kirpiğe benzer deri parçacığın oluşması) insanın yüzünde ise kalın bağırsağın üst sağ tarafında polip oluşmasına işaret eder. ‘et kirpiğin’ koltuk altında ve göğüste çıkması, kalın bağırsağın alt tarafında polip oluşmasına ve ‘et kirpiğin’ vücudun alt kısımlarında çıkması midede polip oluştuğuna işaret eder.

BEŞİNCİ AŞAMA
Bu aşamanın belirtileri vücut dokusunun deformasyonuna yol açan hastalıkların görülmeye başlanması olup, romatizma ve poliatrittir. Bu durumda organizmanın kimyasalları kötü hazmetmesinin sonucu olarak çıkan idrar asidi eklem ve kaslarda toplanmaya başlar.

ALTINCI AŞAMA
Organizmanın toksin tuttuğunun bir belirtisi olarak sinir hatlarında bio-kimyasal atıklar toplanmaya başlar. Bu durumdan dolayı sinir hatları işlevlerini yerine getiremez olur ve bu hatlar üzerinden sinyaller gidemez. Sonuç olarak Parkinson hastalığı , MS (multipl skleroz) ve felç meydana gelmektedir.

YEDİNCİ AŞAMA
Bu organizmanın toksin tutmasının sonuncu aşamasıdır. Bu aşamada iyileşmesi mümkün olmayan ve hücrelerin dağılımına sebep olan hastalıklar ile kanser gelişir.

Kanser vücudun kanser hücrelerine karşı direnme seviyesinin sıfır olduğu durumdur. Yani kanser hücreleri hiçbir engelle karşılaşmadan gelişebilmektedirler.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Tuz ve Sağlığınız

İnsanlar mineral ihtiyaçlarını iki kaynaktan temin edebilirler: bitkiler ve tuz.
Bitkiler mineralleri topraktan alır. İnsanlar bitkileri (tahıl, sebze, meyva) yiyerek mineralleri alırlar. Son 50 yılda, insanoğlu doğal sistemi/dengeyi suni gübrelerle (azot, fosfor ve potasyum içeren) bozarak daha fazla ürün almış ve daha fazla alanı ekip biçerek verimini ve gelirini artırmıştır. Ancak toprağın mineral içeriği bilinçsizce tüketilmiştir. Bilimsel çalışmalar bugünkü sebze ve meyvelerin 50 yıl öncekilerine nazaran ancak %10 kadar besin içerdiğini göstermektedir.

Tuz hayatımızın en önemli ve insanların ilk bulduğu ve kullandığı doğal kaynaklı maden/minerallerden biridir. Eski çağlardan beri besinleri saklamakta ve tatlandırmakta yaygın olarak kullanılmaktadır.

Tuzun Önemi

Kanımızın ve tuzlu sıvıların kimyasal ve mineral bileşimleri ile deniz suyu arasında şaşırtıcı benzerlikler vardır. Embriyo annesinin karnındaki tuzlu su ile dolu bir kese içinde bulunur.

Tuzun bedendeki fonksiyonu osmoz isleminin çalısmasını sağlamasıdır. Aksi taktirde 100 litre su bile içseniz, bedeninizde tuz olmayinca yine susuzluktan ölürsünüz. Çünkü tuzun sayesinde aldiginiz su hücrelerinize baglanır.

Bedeninizdeki tuz oranı sizin düşünme kapasiteniz ve şuur derecenizle de eşdeğerdir.

Modern bilime göre tuzun içinde bulunması gereken elementlerin 24’ü yaşam için zorunlu olmasına rağmen 84 elementin uygun dengesi iyi sağlıklı vücut için gereklidir.

İyon kaybı dengesizliklere, hücre üretme ve büyümede bozulmalara sebep olur. Hücre kayıpları sinir bozuklukları, beyin kusurları, kas hasarları ve hastalıklara neden olur. Bu yüzden kandaki tuz ve iyonların uygun mineral dengesi sağlık için hayati öneme haizdir. Bu kompozisyon çok kesin sınırlar arasında olmak zorundadır.

Tuz diyeti/azlığı aynı zamanda insanlarda hücre dejenerasyonu ve yaşlanmasını hızlandırmakta ve biyokimyasal açlığa neden olmaktadır. Tuz azlığı böbrek zayıflığı, karaciğer stresi ve adrenal tükenmesine yol açabilmektedir. Ayrıca kalp kasları kapakçıklarının yorulması olabilmektedir. Kalitesi iyi doğal deniz tuzunun iyileştirme gücünün C ve E vitaminleri ve diğer besinlere eşit olduğu savunulmaktadır.

Bir çok hastalıklar ve kötü sağlık şartları mineral eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bu minerallerin çoğu deniz ve kaya tuzunda bulunmaktadır.

Doğal Rafine Edilmemiş Kaya Tuzu mu? Rafine Sofra Tuzu mu?

Mutfaklarda bulundurduğumuz rafine tuz sağlığımıza çok zararlıdır. Oysa doğal tuz, yani kaya tuzu veya deniz tuzu çok yararlı bir şifa kaynağıdır. Fizik bedenimizde bulunması gereken tüm elementler mevcuttur. Doğal rafine edilmemiş kaya tuzu insan vücudu için gerekli minerallerin çoğunu gerekli oranlarda içermektedir.

Doğal tuz vücut sıvılarının hücrelerden serbest geçişine yardımcı olurken, rafine tuz sıvıların geçişini engelleyerek kronik böbrek sorunlarına neden olabilmektedir.

İyi tuz yüzde 100 el ile hasad edilmiş, beyazlatılmamış, kekleşme reaktifleri ilave edilmemiş, yıkanmamış, düşük sodyum klorür seviyeli, katkı maddesiz, 84 mineral içeren, rafine edilmemiş doğal deniz veya kaya tuzudur.

Normal Rafine Tuz ve Tehlikeleri

Modern tıbba göre sofralık rafine tuz (NaCl) alkol ve sigara gibi diyetten uzaklaştırılması gereken bir madde olarak görülür ve yüksek tansiyonun en önemli sebeplerinden biri olarak kabul edilir.

Yüksek tansiyon ve kalp hastaları için düşük tuz diyeti rafine tuzlar için geçerlidir. Rafine edilmiş tuz vücudumuzda birikir. Bu tuzun bir kısmı damar duvarları, arterler, beyin, idrar yolları, cinsel organlar, bez sistemleri veya kemiklerin eklemlerinde birikerek problemlere yol açabilmektedir.

Piyasadaki alışılagelmiş rafine tuz sadece Sodyum ve Klorür ihtiva eder. Bunun dışında Sodyum flüorit, Magnezyum karbonat, Kalsiyum karbonat ve deklare edilmesi gerekli görülmeyen büyük bir miktar E-numaraları* gibi maddelerle “zenginleştirilmiştir”. Serpilme ve akıcılık yeteneğini geliştirmek için Alüminyumsilikat ilave edilmiştir. Alüminyum beyinde tortu bırakan hafif metal olup, bu özelliği Amerika Birleşik Devletleri’ nde ortaya çıkan yüksek orandaki Alzheimer hastalığının nedeni olarak görülmesini sağlamaktadır. Ayrıca vücudumuz hiçbir şekilde suni iyot ve flüor karışımlarının çözecek durumda değildir.

Deri ve genelde böbrekler NaCl’yi ayrıştırmamızı sağlarlar. Ancak yaşımız ve bünyemize göre sadece günde yaklaşık 5-7 gramını ayrıştırabiliriz. Oysa biz günde sadece endüstriyel gıdalardan 12-20 gram NaCl alırız. Bu şekilde bedenimize ayrıştırabileceğimizden çok daha fazla NaCl almış oluruz. Bedende ayrıştırılamayan kalan NaCl’den bedenimiz kendisini bir şekilde korumalıdır. Bedeniniz, ayrıştırılmamış olan tuzu bir şekilde nötralize etmek zorundadır ve bunu “değerli” hücre suyunuzla yapmaktadır.

Rafine tuz agresif bir hücre zehiri olup, vücuttan ilk fırsatta atılmak istenmektedir. Bundan dolayı boşaltım organlarının yoğunluğu artmakta ve vücut arta kalan rafine tuzu izole etmeye ve böylece zararsız hale getirmeye çalışmaktadır. Bunun için gerekli olan su hücrelerden emilerek alınmakta ve canlılıklarını yitiren hücreler ölmektedir. Bunun sonucu olarak ödem ve sellülit olarak bilinen su dokusu oluşmaktadır. Vücut boşaltamadığı her bir gram Sodyum Klorür için 23 kat hücre suyuna ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca kemik ve eklem bölgesinde depolama yapılmaktadır. Bunun sonucu gut, artroz, artrit vb. romatizmal rahatsızlıklardır. Ayrıca safra ve böbrek taşı oluşumu da söz konusu olabilir. Bunun nedeni vücudumuzun 82 eksik elemente/minerale olan isteğidir. Bu 82 elementin çoğu iz elementleri olup, vücudumuz tarafından çok az miktar gerekir, ancak eksikliği bugün birçok hastalıklara yol açabilmektedir.

Rafine tuzun içerdiği maddeler:
Magnezyum fosfat – E343
Kalsiyum fosfat – E341
Kaliyum fosfat – E340
Difosfat – E450
Trifioat – E451
Polifosfat – E452
Fosforik asit – E338
Sodyum fosfat – E339
Aliminyum silikat

Kimyasal katkı maddeleri olarak alüminyum hidroksit ve alüminyum silikat (%1) tuzu beyazlatmada ve paketlemede su emmesini önlemek için ilave edilir. Böylece tuz kolay akar. Bu tuzu çocukluğunuzdan itibaren yiyorsanız, Alzheimer hastalığına yakalanmama şansınız da çok düşer.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Ozonterapi nedir ve hangi tedavilerde kullanılabilir?
Ozon 3 oksijen atomundan oluşan doğal bir gazdır. Kimyasal bir bileşen değildir. Tedavi sürecinde görevini tamamladıktan sonra hammaddesi olan oksijene dönüştüğü için doğaldır ve yan etkisi yoktur.

Mikrop kırıcı, bakteri öldürücü, virüs çoğalmasını önleyici, mantar öldürücü etkisi yüksek bir gaz olan ozon, enfekte olmuş yaraların tedavisinde, bakteri ve virüslerin sebep olduğu hastalıkların tedavisinde kullanılır.

Kan dolaşımını düzenleme özelliğinden dolayı dolaşımla ilgili bozuklukların tedavisinde de kullanılır. Bağışıklık sistemini güçlendirir, yani vücudun direncini arttırır.

Ozonterapi 5 temel alanda kullanılmaktadır:

1.Dolaşım bozukluklarının tedavisi
2.Virüslerin sebep olduğu hastalıkların tedavisinde; örneğin karaciğer hastalıklarından hepatitler, uçuklar.
3.Zor iyileşen enfekte yaralar ve enflamatuar hastalıklarda; örneğin, Bacaklardaki açık yaralar, Enflamatuar bağırsak hastalıkları, yanıklar, haşlanma ve enfekte yaralar, mantar enfeksiyonları.
4.Kanser tedavisinde ilave ya da tamamlayıcı, bağışıklık sistemini güçlendirici olarak .
5.Lipoliz etkisi ve oksijenasyon etkisinden dolayı bölgesel zayıflama ve genel zayıflama (ozon sauna) tedavilerinde de kullanılır.

Uygulama yöntemleri

1.Majör ozonterapi [Major Otohemoterapi] (Hastadan kan alınarak tedavinin yapılması) geriatride (yaşlanmaya bağlı hastalıklar), dolaşım bozukluklarında yeniden canlanmayı sağlamak için, viral kökenli hastalıklarda ve genel bağışıklık sistemi aktivasyonu için kullanılır.

Bu metotla, 50 ila 100 ml hastanın kanı alınır ve ozonla karıştırıldıktan sonra hastaya geri verilir. (Ozon kırmızı ve beyaz kan hücrelerini oluşturan spesifik maddelerle tamamen reaksiyona girer ve böylece vital aktivitelerini = metabolizmayı arttırır. İşte bu aktive edilmiş kan (ozon ya da oksijen değil!) hastaya aynı damar yoluyla tekrar geri verilir.
2.Minör ozonterapi [Minor Otohemoterapi], hastanın 3-5 ml kanı, ozonlandıktan sonra hastaya kalçadan geri verilir. Bu yöntemle spesifik olmayan bağışıklık sistem aktivasyonu yapılır: alerjik hastalıklarda, sedef, romatizmal hastalıklar, fibromyalji ve genel olarak bağışıklık sistemini güçlendirmekte kullanılır.
3.Eksternal tedavi, ozon gazını kapalı bir sistemde özel bir plastik bot (ayaklar ve bacaklar için) içinde dolaştırarak ya da vücudun farklı bölgelerine uygun torbalar ve folyo uygulaması ile gerçekleştirilir. Vücudun tedavi edilecek kısmı önceden su ile nemlendirilir, çünkü ozon kuru bölgelere etki etmez. Bu metot cilt ülserlerini, yaraları, açık yaraları, ameliyat sonrası oluşan lezyonları, shingles (herpes) ve enfekte olmuş alanları tedavi etmekte çok etkilidir.

Diğer yöntemler ozonlu saf su (dental tedavilerde) ve ozonlu saf medikal zeytin yağı (cilt erupsiyonları örneğin egzema, mantar, liken gibi) kullanımıdır.
4.Rektal ozonterapi (Ozon gazının rektal yolla uygulanması) yönteminde ozon gazı direkt olarak hassas bağırsak cidarı tarafından emilir. Bu metot genelde bağırsakların enflamatuar hastalıklarında kullanılır. Ancak son zamanlarda iğnesiz olmasından dolayı genel sağlık desteği ve yeniden canlanma için de tercih edilmektedir. Bu yöntemin en önemli avantajı majör ozonterapi ile aynı etkiye sahip olmasıdır.
5.Eklem uygulaması, Ozonun eklem içi enjeksiyonunda ozon gazı yavaşça eklem içine enjekte edilir. Bu metot ağrılı enflamatuar hastalığı olan ekleme uygulanır, artrit (diz eklem hastalığı gibi), tekrarlayan eklem-kıkırdak hasarı, genel patolojik sertliklerde uygulanabilir.

Ozon nasıl iyileştirir?
Kırmızı kan hücreleri yetersiz oksijen alan bölgelere hızla oksijen taşımaya başlarlar.

Büyüme faktörleri dediğimiz salgıların yapımı artar, bu yolla yara iyileşmesi hızlanır.

Kanda oluşan bazı bileşenler damarların genişlemesine yol açar. Bu da kan dolaşımı yetersiz olan bölgelerin kanlanmasını sağlar.

Nötrofil denilen kan hücrelerinin uyarılması ve sitokin sentezinin artması, immün sistem denilen bağışıklık sistemini güçlendirir. Ozonlanmış lökositler ise lenfatik sistemde baskılanmayı ortadan kaldırıp, sistemi aktif hale geçirir.

Kemik iliği, aldığı uyarılarla yeni hücre yapımına başlarken hasarlı organ ve dokuların rejenerasyonu gerçekleşir.

Endokrin (iç salgı) ve merkezi sinir sistemi, aldığı uyarılarla metabolizmayı hızlandırır.

Ozon hücre elemanlarını ve enzim sistemlerini uyararak vücudun kendi antioksidan korumasını hızlandırır. Antioksidan enzimlerin kanda süratle artması vücudun kendisine zararlı olan gelişmeleri önler. Bu sayede çeşitli yollarla insan bedenine girmiş veya metabolizma sonucu üretilmiş olan ama insan sağlığına zarar verebilecek kimyasallar bertaraf edilir.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

Nefes alıp verirken vücuda giren oksijen, yaşamımız için çok önemliyken aynı zamanda “serbest radikal” denilen, elektronlarını kaybetmiş zararlı maddelerin ortaya çıkmasına neden olur.

Serbest radikaller dokularla birleşerek fonksiyonlarını yapamaz hale getirir. Bu etki genç yaşlarda başlar ve dramatik bir şekilde çoğalarak fark edilen bir yaşlanmaya ve pek çok hastalığın ortaya çıkmasına neden olur.

Güçlü bir anti-oksidan sisteme sahip olmak, oksijene dayalı bir yaşam için en temel gereksinimdir. Tek hücreli organizmalar bile eğer serbest radikallere karşı savunma mekanizması geliştirmemiş olsalardı, hayatta kalamazlardı. Oksijenle yaşayan her organizma bu tehlikeyi etkisizleştirecek sistemlere sahiptir, ancak bunun etkili oluş derecesi büyük farklılıklar gösterir.

Serbest radikallere karşi savaş

Bedenin serbest radikallerle savaşan üç grup savunma hattı vardır:

1.Birinci hatta enzim sistemleri yer alır. Bunlar DNA’da mevcut olan bilgilere göre beden tarafından üretilen moleküler araçlardır. Bu enzimler serbest radikalleri uzaklaştırır veya bunların dikenlerini köreltirler.
2.İkinci hatta, bedende üretilen çok çeşitli biyo-moleküller yer alır. Bunlar kendi elektronlarını vermek suretiyle serbest radikallerin elektron açlığını giderirler. Bu moleküller hücre dışı serbest radikal etkisizleştiricileri olarak bilinir. Bunlar kendilerini feda ederek hücre içinde yaşamsal önem taşıyan moleküllere, onların olmak üzere bir elektron verirler.
3.Savunmanın son hattını besinler ve bedenin dışardan hazır olarak aldığı maddeler oluşturur.

Bu takviye güçler de kendilerini feda ederek işlev görürler. Birinci gruptaki enzimler vücudumuzun doğal işleyişi içinde yer alırlar. Eğer dış etkiler sebebiyle (sigara, kirli hava soluma, stres yoluyla biriken toksik yük) yetersiz kalmışsa Bio-Oksidatif tedaviler sınıfına giren ozon/oksijen tedavisi gibi yöntemlerle takviye etmek gerekebilir.

Posted in Bilgi Bankası
3 Kasım 2016

(Bu bölümde okuyacağınız bilgiler American Academy of Anti-Aging Medicine tarafından 25 Şubat 2005′ de yayınlanan resmi bildiriden derlenmiştir )

Erişkinlerde HGH- Human Growth Hormone (Büyüme Hormonu) yetmezliği sonucu kilo artışı, yağlanma, kas kitlesinde azalma, egzersiz kapasitesinde azalma, kas gücünde azalma, kalp faaliyetinde zayıflama, kemik yapısında zayıflama, uyku bozuklukları ve genel olarak kendini iyi hissetme duygusunda azalma görülmektedir.

HGH aynı zamanda yaşlanmaya karşı çalışan östrojen, testosteron, DHEA ve melatonin gibi hormonların da salınımını desteklemektedir. HGH’nin bu önemi ve yaş ile azaldığının bilinmesi sonucu son 15 yılda birçok klinik araştırmalar yapılmış ve düşen HGH seviyelerinin yükseltilmesinin belirgin faydaları ortaya bilimsel çalışmalarla konulmuştur.

HGH’nin eğitimli ve uzman doktorlar tarafından uygun protokoller ile kullanılması sonucu herhangi bir zararlı etkisi bilimsel olarak gösterilmemiştir. HGH’nin düşüklüğü halinde Anti-Aging amaçlı kullanılması Amerikada FDA tarafından 1996’da onaylanmıştır.

Posted in Bilgi Bankası